Edebiyat Söyleşileri: Adnan Binyazar
“Toplum ve Edebiyat” adlı deneme kitabıyla 2010 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü alan Adnan Binyazar, haziran ayında “Bozkır Aydınlığında Aşk” adlı öykü kitabıyla buluştu okurla. Binyazar’la deneme kitabı üzerinden edebiyatı, sanatı ve son öykü kitabını konuştuk.
Toplum ve Edebiyat’ta sanatçılar büyücüdür diyorsunuz?
Büyü kurgudur. Sanatçının ilgi çekiciliği, insanları kurguyla etkilemesine bağlanabilir. Zaten sanatın varoluşunda büyücüler çok etken. Gösterim sanatçıları tarihin ilk büyücüleridir. Yazar, büyüsünü masasının başında yapar. Onun işi de insanı ummadığı durumlarla, kurgularla, sözlerle karşılaştırmaktır. Sanatçı, çağımızda büyücünün yaptığını üstlenmiştir. İlkel dönemlerden bu yana toplum, büyüyü kendi isteğine göre yapanı başının üstünde tutmuş, yapmayanı işkencelerle öldürmüştür.
LANETLENEN KİŞİ
Sanatçıların da öyle kötü bir talihi var...
Sanatçı, çalgısını iktidarların havasında çalıyorsa ondan iyisi yoktur. Egemenlere eleştiri okları savuruyorsa hapislerde çürütülür. Tarih boyunca gerçek sanatçının böyle bir bahtsızlığı olmuştur. İnsanlığın hayrına bir şeyler yapıp da başına kötü şeyler gelmeyen sanatçı yok gibidir. Federico Garcia Lorca öldürüldü. Pablo Neruda, üzerinde hep bir baskının ağırlığını yaşadı. Thomas More’u düşünün. Başını gövdesinden ayırdılar! O dönemde sakal düşünürlerin simgesi; kafası idam kütüğüne yerleştirilirken, “Onun günahı yok” diyor, sakalını kütükten sallandırıyor.
SANATIN NAMUSU
“İnsanın bunalımından kurtulması, sanatçıyla iletişim kurmasına bağlıdır” diyorsunuz.
Picasso, “Resim, senin benden istediğin değil, benim sana verdiğimdir” diyor. Gerçek sanat budur. Sanatçı, talebi karşılayan bir aracı değil, yaratı gücünü sergileyen kişidir. Aman yarabbi, sokaklarda romancıdan geçilmiyor! Okuyorsunuz, düz anlatıdan başka bir şey yok. Dil kaygısı yok. Estetik, sanatın namusudur; o hiç yok! Yazılan estetik tat vermiyorsa, satırlar boş vagon gibi, takur tukur önünüzden geçiverir. Hangi türde olursa olsun, yazılan inandırıcı, düşünsellik belirgin olmalıdır. Röportaja başlamadan hüzünden söz ettiniz. “Bozkır Aydınlığında Aşk”ta bir cümle var: “Mutluluk gelimi gidimi tez bir konuktur; acı ise, gittiği yere postu seren yüzsüzün teki!..” Bir okur bu sözü yazıp görebileceği bir yere yapıştırmış. Demek ki, düz anlatma pek de önemli değil, anlatı düşünceyle beslenirse anlam taşıyor. Sanatçı, kişiyi düşündürmeli, beğeniyle duyarlı kılmalı. Gereksinimler göz önünde bulundurularak sanat yapılmaz. Ayrıca, sanat tevazu ister; büyücü, her an içimizde olmalı, bizimle yaşamalı, bizimle soluk almalı. Yaptığını göklere çıkaranlar var. Öyle yapanı kimse ciddiye almaz.
KISKANÇLIK VE YAZI
“Dedikodudan Öte” başlıklı yazınızda dedikoducu yazarlara bir eleştiri var. Sanırım yazarın dedikodu yaptığına, kıskançlığına, çekememezliğine vurgu yapmışsınız...
Kıskançlık, özellikle iyi yazarlara yakışmayan ilkel bir duygudur. Ben yazar kıskançlıklarının, kıskandığına bir tür övgü olduğunu düşünüyorum. Hilmi Yavuz’un şiiri okunurken, Cahit Külebi’nin yerinden fırlayıp “Böyle bir şiiri ben yazmak isterdim!” dediğini çok iyi anımsıyorum. Yazılanı kavrayamayıp yazarı kötüleyenleri hesaba katmıyorum. Onlar verimsizliklerinin farkında olmayan zavallılardır. Yazarlar, özellikle de şairler arasındaki çekişmeler ise, masum nedenlere dayanır. Cahit Külebi’yle Fazıl Hüsnü Dağlarca geliyor gözümün önüne. Dağlarca’nın ağzını açtığını anımsamıyorum. Ama Külebi, Dağlarca’nın “Sivaslı Karınca” şiirinden her söz edildiğinde, “Sivas’ı şiire ilk önce ben soktum,” derdi. Oysa “Sivas ellerinde sazım çalınır” deyişinin ucu kimbilir nerelere varır... Bunları hep hoş didişmeler olarak algılardım.
Bozkır Aydınlığında Aşk’ta da olduğu gibi, kadının edebiyatınızda çok önemli bir yeri var. Onu duyumsamak, anlamak açısından...
Bir toplantıda bir hanım okurum, “Roman ve öykülerinizde kadına yönelik olarak, bir kadının bile özüne zor varacağı incelikleri duyumsuyorsunuz” demiş, bende onu şöyle yanıtlamıştım: “Sorunuzu kesin yanıtlayamam, ama açımlayıcı yorumda bulunabilirim. Hangi alanı olursa olsun, sanatsal üretim cinsiyetsizliktir; sanatçı üretirken ne kadın olduğunu hisseder, ne erkek. Gustave Flaubert’e “Madam Bovary kim?” diye sorduklarında, “Benim!” diyor.
'İYİ BİR OKUR, OKURKEN YAZARA YOLDAŞLIK EDER'
Gerçek anlamda okuma üzerine çok durmuşsunuz. Toplum ve Edebiyat, ayrıca, okuru iyi okumaya yönlendiriyor. Kitabı “yazı yazar gibi okumak”tan söz ediyorsunuz... Yazı yazar gibi okumak nedir?
'İYİ BİR OKUR, OKURKEN YAZARA YOLDAŞLIK EDER'
Gerçek anlamda okuma üzerine çok durmuşsunuz. Toplum ve Edebiyat, ayrıca, okuru iyi okumaya yönlendiriyor. Kitabı “yazı yazar gibi okumak”tan söz ediyorsunuz... Yazı yazar gibi okumak nedir?
Asıl çalışma yazı yazıldıktan sonra başlar. Bozkır Aydınlığında Aşk’ın son öyküsü “Buluntu Bebek” adını taşıyor. Ben o öyküyü üç buçuk ayda yazdım. Öykünün düzeltisi, yani dil ve beğeni onarımı on beş gün sürdü. On beş gün boyunca uyudum yazdım, uyandım yazdım... İyi bir okur, okurken yazara yoldaşlık eder. Roman, öykü, deneme, şiir; yazarın sözcük seçimi, yazı boyunca inip çıkan duygu dalgalanmaları fark edilerek okunmalıdır bir kitap. “Yazı yazar gibi okumak” budur. Yazıda önemli bir aşama da şudur: Yazar, kitap basıldıktan sonra da, yazdığının okuru olmalıdır. Bu son kitabımı o anlamda okurken 153 yerde ancak benim görebileceğim boşluklar bulup oraları onarımdan geçirdim.
Kendi açınızdan yazdığınızı ince elekten geçiren zor bir yazar olmalısınız...
Evet, ben de öyle olduğum kanısındayım. Yazar, yazdığı her sözcüğü ince eleyip sık dokumalıdır. Öyle olmasa, aklına eseni kâğıda dökenle, çöp kutusuna bir şeyler atan arasında büyük bir fark yoktur. Sorunuzda öne çıkardığınız gibi, yazar, en başta “kendisi için zor yazan” olmalıdır. Yazmak da, zoru yenmek için girişilen bir savaşım değil midir? Yazar, kolay okunmak için zor yazmalıdır.
'PLAJDA CİDDİ KİTABA ENDER RASTLANIR'
Plajda kitap okumaya yönelik eleştiriniz var...
Güneş ışınları insanı kendinden geçirir. O yüzden plajlarda genellikle serüven kitapları okunuyor. Plajda ciddi kitaba ender rastlanır. Bir de sırf okuduğunu göstermek için elinde kitap gezdirenler var. Bir toplantıdaydım. Bir kitap üzerinde konuşuluyordu. Orada bulunan hanımlardan biri, o ortamda adı anılmaması gereken bir kitaptan söz açarak “Ben o kitabı okudum, çok da keyif aldım” dedi. Elbette keyif alarak okuduğu bir edebiyat kitabı değildi. Hiçbir edebiyat kitabı hiçbir zaman keyif almak için okunmaz. Keyif almak için okunan kitaplarda ne estetik vardır, ne imge zenginliği, ne içtenlik... Gerçek edebiyat, kişiyi düşündürür, yoğun duyarlık alanlarına sürükler. Edebiyatın konusu hüzündür. En neşeli olanında bile hüznü yaşarsınız. Don Kişot, Aslan Asker Şvayk da öyle değil mi?
'İYİ KİTAP SOYLU SEVGİLİ GİBİDİR'
“Kitap, kendini tez ele veren oynak sevdalılara benzemez. O, düşüncenin soylu sevgilisidir; bir sevdi mi, ne ayrılmak ister ne sudan bahanelerle ayrılır.” diyorsunuz...
Soylu sevgiler yaşayanlarda kişilik değişimi olmaz. O kişiliği kavrayan, onda her an yeni ürpertiler bularak sonsuz aşklar yaşar, onun varlığında başka bir varlığa dönüşür. İyi kitap soylu sevgili gibidir. Her okuyuşta, ayrı bir duygunun kapısını aralayarak ona yeni şeyler buldurur. Gerçek sevda, alışıldı mı doyulmayan bir duygudur; güzelliklerle beslenmezse çok kısa sürede çürümüş otlara döner.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder