30 Ağustos 2011 Salı

Amak-ı Hayal ve bayram



Eylülde yeni bir basımı çıkacak olan "Amak-ı Hayal''de Filibeli Ahmed Hilmi, ruh ve madde âlemi arasında varlığın hakiki manasını arayan Raci'nin, bir gün mezarlıktaki kulübesinde yaşayan Aynalı Baba'yla tanışmasını ve hayali yolculuklarını anlatıyor.
Aydınlık bir bayram sabahını karşılamanın dinginliğiyle uyandınız. Namaz kılmak için bir selatin camiine gittiniz belki. Ya da sevdiklerinizle birlikte ibadet etmenin tanıdık huzurunu tercih edip mahallenizdeki küçük caminin güvenli koynuna sığındınız. "Ne mübarek bir âlem bu" dediniz. Dualarınız kubbelerin, minarelerin, revaklı avluların, mahfillerin, türbelerin, külliyelerin üzerinde dönerek yükselirken öylece gök kubbeye bakakaldınız. Tanrı'nın mabedi sizi sükunetle karşıladı. Keder ve kıpırtısız neşenin birbirine dolanan kuyrukları biraz içinizi kamaştırdı. Bugün sevdiklerinize kavuşacaksınız. Malum ev ve kabristan ziyaretleri başlayacak. Bayram buluşmaları 'vazife' olarak telakki edilmediğinde makbuldür, ulvidir, kıymetlidir. İçten sarılmalar, kalbi yumuşatır. Gelecekte görülecek rüyaların tohumlarını bırakır zihinlere. Eskiden bayram günleri mistik gezintiler de olurmuş. Hani şu dergahların, tekkelerin, Mevlevihanelerin hayatımızdan taammüden çıkarılmadığı zamanlarda... Gündelik yaşamın uğultusundan çekilip tefekküre dalmanın önemli bir yeri varmış. Belki bugün bir değişiklik yapıp hâlâ sönüp gitmemiş olanlardan birini ziyaret etmek istersiniz. Ya da kalabalık dağıldıktan sonra maneviyatı besleyen hikâyelerden oluşan eğlenceli, deruni bir kitap okumak iyi gelir yorgun ruhunuza.
Varlığın mânâsını arayış
Ben bu bayram tatili için öyle bir kitap seçtim. Eylülde Kapı Yayınları'ndan yeni bir basımı çıkacak olan 'Amak-ı Hayal', onunla tanışmış olanların pek çoğu için 'başucu' kitabı olmuş. II. Meşrutiyet dönemi yazarlarından Filibeli Ahmed Hilmi, 1901'de Fizan'a sürgün edilip İstanbul'a döndükten sonra Darülfünun'da felsefe dersleri vermiş. Dönemin gazetelerinde siyasi ve felsefi makaleler yazan, İslam kültürüyle beraber Batı düşüncesini harmanlayan yazarın romanlarının yanı sıra İslam Tarihi, Bektaşiler, İttihat Terakki ve Abdülhamit üzerine yayımlanmış pek çok eseri var. Amak-ı Hayal, üslubu ve içeriği itibarıyla bu coğrafyanın kadim kültürüyle beslenen yazarların kaleminden çıkan eserlere pek benzemiyor.
Roman, ruh ve madde alemi arasında varlığın hakiki manasını arayan Raci'nin, bir gün mezarlıktaki kulübesinde yaşayan Aynalı Baba'yla tanışmasını ve hayali yolculuklarını anlatıyor. Parçalanmış zihni ve bölünmüşlüğüyle hayatın içinde büsbütün kaybolmuş Raci'nin ironik hikâyeleri, sadece tasavvuf sırlarına dair ipuçları vermiyor, okuyanı derin felsefi sorularla da baş başa bırakıyor. Onunla Hiçlik zirvesine, Zerdüşt diyarına, Kaf Dağı'na ve daha evvel ayak basmadığınız karmaşık 'hayal ülkelerine' gidiyor ve yolda karşılaştıklarınızı kalp bilgisiyle öğreniyorsunuz.
Ahmed Hilmi, yaşadığı devrin çelişkilerini de idrak edebilmiş ve onlarla bir 'mektepli' olarak zarifçe dalgasını geçmiş: "Aralarında oruç tuttuğu halde, namaz kılmaya gerek görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan Teravih'e hiçbiri yanaşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların din duygusu da elveda der giderdi. Mevsim elbisesi giymeye benzeyen bu çeşit dindarlığa ben her yıl hayret ederim." Aradan neredeyse yüz yıl geçti, sizler de hâlâ hayret ediyorsunuz, değil mi?
Yazarın bu türden tespitler ve kendisine de acıyan matrak cümlelerle uzun bir girizgah yapması boşuna değil. Okura sonradan başına gelenlerin, insan ruhunu ne türden kırılmalara uğratabildiğini inandırıcı bir kurguyla göstermek istiyor sanırım. Kitabın temel sorusu şu aslında: "Şimdiye kadar, kim bilir, kaç hayvan yükü kitap okudun? Ne anladın? Hiç değil mi? İnsanların bilgisi nedir? Bencilliklerimiz ve zevklerimiz ihtiyaç olan sanatlara ait şeylerden ibarettir. Peki hak ve hakikate dair ne biliyorlar? Hiç! Akli denklem ile hakkı itiraf etmek mümkündür. Fakat anlamak mümkün mü?" Her bölümü değişik okumalara, yorumlara açık olan metin, bir romandan ziyade 'deliliğin' kıyısında 'neden' sorusuna cevap bulmak isteyenlerin döne döne okuyacağı türden kült bir kitap.
En sevdiğim bölümlerden birinde, ney çalan Aynalı, dervişçe bir taksimden sonra saz çalıp gazelini okur. Yine uhrevi bir âleme dalan Raci, Beşeriyet adında sefil birisiyle karşılaşır. Hıçkırıklarla ağlayan adam neden onca sefalete katlandığını anlatır: "Mademki hayattan nefret ediyorum ve zevk alamıyorum. Peki saadet nedir" diye sorar. Orada hazır bulunanlar – Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Adem, Eflatun, Zerdüşt, Hızır, Lokman, Aristo ve diğerleri 'saadeti' tarif eder. Beşeriyet yorulmuştur, 'hangisi doğrudur' diye mırıldanır. Başkan ayağa kalkar ve aradığı cevabı verir: "Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmek, işlerine razı olmak ve ıslahına çalışmaktır."
Bugün tertemiz bir bayram sabahı. Bu yazıyı kim bilir nerede okuyacaksınız. Belki bir ulu çınarın altında ya da serçelerin zıpladığı bir kır kahvesinde. Ya da cennet misali göz alan yeşilliklerle bezenmiş geniş bir bahçede. Nerede olursanız olun, başınızı usulca göğe kaldırın. Yazarın dediği gibi, 'insan idrakinin keşfettiği geometrik şekillerle eşsiz tabiat sanatının tam bir münasebeti' var. İnsanın kainatın çekirdeği olduğuna inandıran da bu inancın bir parçası değil mi zaten?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder